top of page

Hayalimdeki Dünya Düzeni

Güncelleme tarihi: 20 Şub 2021

Öncelikle, verdiğim söz hakkında

Kitabım haricindeki konularda da yazacağımı söylemiştim. Kendime verdiğim bu sözü yerine getirmeye aşağıdaki yazıyla başlıyorum. Bu cümlem biraz garip gelebilir, ama insan kendine verdiği sözü tutmuyorsa başkasına verdiği sözü nasıl tutsun ki; değil mi? Dolayısıyla, cümlede bir yanlışlık yok! Önce kendine verdiğin sözü tutman lazım; yoksa hepimizin boş lafa karnı tok!

IN TIME adlı film

Belki bazılarınız izlemiştir; “Nsync” grubundan hatırladığımız “Justin Timberlake” adlı aktörün başrolünde oynadığı IN TIME (zaman) adında bir filmi var. Aslında bu filmde tamamen benim hayalimde olan bir dünya düzeni anlatılıyor. Her ne kadar birçokları konuya Korku’nun sadece kötü yanlarını görüp duygusal yaklaşacak ve hayalimi son derece acımasız gibi görecek olsa da inandığımı dile getirmekten geri durmayacağım.


Bu filmde insanların bileklerine yerleştirilen bir çip, o çipe takılı dijital bir saat ve buna göre süren bir hayat anlatılıyor. İnsanlara 25 yaşına kadar hayatlarını sürdürmeleri için bedava zaman veriliyor. Nitekim, o yaşa kadar bileklerindeki saat aktif hale de gelmiyor. Ama 25 yaşını bitirdiklerinde ise insanlara bir yıllık son bir zaman dilimi veriliyor, saat de birden aktif oluyor ve zaman bir yıldan geriye doğru saymaya başlıyor. Böylece insanlar da en saf tutkunun, yani Korku’nun kucağına düşüyor ve birden çalışmak zorunda olduklarını hissediyorlar. O bir yıl içinde iş hayatına atılmak, çalışmak ve üretmek zorundalar; öyle ki zaman kazanabilsinler ve ellerindeki son bir yıl bitince yaşayacak zamanları olsun. Nitekim, insanlar ödemelerini de o zamanla yapıyorlar. Başka bir deyişle, tıpkı benim hayalimdeki gibi filmdeki dünyada da para birimi zaman! İşte zaten ben de bu yüzden buna “hayalim” diyorum, çünkü filmdeki tüm insanlar tıpkı benim inandığım gibi en değerli varlıklarının zaman olduğuna inanıyorlar, demeyi geçtim bunun her salise farkındalar ve buna göre hayatlarını sürdürüyorlar!


Çalışmayan ne mi oluyor? Zamanı bitince 26 yaşında ölüyor. Çalışan peki ne oluyor? O da bir nevi ölümsüz oluyor ve yaşayabildiği kadar yaşıyor; ta ki zamanı bitene, hayattan sıkılana, kendinden bıkana ve üretmeyene kadar. Yani hak edene hayat, hak etmeyene ölüm! İşte tamamen Dünya’nın ihtiyacı olan bir düzen bu! Ya çalış ve üret ya da bu Dünya’yı terket!


Dünya’da yaşayan insanlar ve devletlerin rolü. Devletlerin görevi insanları yaşatmak mıdır?

Dünya’da sayısız ülkede birçok insan aramızda asalak gibi yaşıyor. Ne doğaya ne başkalarına ne de kendilerine bir hayırları var. Tüm Dünya’da çok erken yaşta emekli olup devletlere sırtlarını dayayanlar mı dersiniz, yoksa iş hayatına atılmayacağı ve hiçbir şey üretmeyeceği halde üniversiteye giderek çalışmaya ihtiyacı olan çocukların okuma hayallerini çalanlar mı; anasına babasına sırtını dayayıp zaman öldürenler mi dersiniz, yoksa onlardan kalan parayı orada burada zevk-i sefa uğruna boş işlere harcayanlar mı; devletlerin verdiği emekli maaşına güvenip eşine sırtını dayayarak hem sosyal haklardan yararlanıp hem de çalışmadan hayatlarını sürdürenler mi dersiniz, yoksa eşi babasından kalan emekli maaşını alsın, diye 50 yıllık eşiyle boşanıp birlikte yaşayanlar mı! Ne derseniz deyin; bu ve benzeri insanlar yüktür çalışan kesimin üstüne.


Sakın yanlış anlaşılmasın! Devletlerin üstüne yük değildir bu tip insanlar; aksine çalışanların üstüne yüktür, zira devletler bu insanlara sadece oy için katlanmaktadır. Yoksa bir kıymeti yoktur onların; o yüzden kendilerini o kadar da önemli görmesinler hani. Düzen değişince ilk harcanacak olanlar onlardır.


Krizler olur ve şirketler kurtarılmaya çalışılır. Niye kurtarıyor ki devletler bu şirketleri? Bıraksınlar batsınlar. Biri gider, diğeri gelir. Devletlerin görevi şirketleri ve insanları yaşatmak değil; onları adalet içinde yaşatmaktır. Adaleti denklemden çıkardık mı devletlerin insanı veya şirketi yaşatma gibi bir görevi yoktur. "Devletlerin görevi insanı yaşatmaktır", diye düşünenler, onlardan hep bir şey bekleyenler ya da umanlar varsa konuyu derinlemesine tasavvur etsin.


Ayrıca, tasavvur ederken şunu da hatırlasın:

"Başkalarından bir şey beklenmesine neden olan “Umut” kötü bir şeydir. Umut, mutluluğu öldüren en tehlikeli zehirdir! Umut insanı gelecek zamanda, ona yönelik beklentiler içinde, bağlılıklara adanmış olarak ve her şeyden önemlisi mutsuz bir şekilde yaşatır. Korku'yu doğru kavramak, yani bu durum özelinde bir nevi “Umutsuzluk” ise mutluluk getirir; zira beklentilerden, bağlılıklardan, egoistçe ihtiraslardan ve boş umutlardan arınan insan, zihninde sakladığı nedensiz mutluluğu şapkadan çıkarırmışçasına alır, önüne koyar ve hiç bırakmayacakmışçasına kucaklayarak sadece “an”da yaşar. Eğer bunun farkına varırsa ve oraya nasıl ulaştığını iyice kavrarsa da hem umut adlı zehrin panzehrini bulmuş olur hem de ömrü boyunca bir daha umudun kurduğu tuzaklara düşmez, “an”ı kaçırmaz ve gelecek zamanda da asla yaşamaz!"

Not. "Umut" konusunda Korku Felsefesi adlı kitabımda çok daha detaylı anlatımlar vardır.



Ana konuya geri dönersek, devletlerin seni veya beni yaşatma gibi bir görevi yok! Belki hastane, yollar, toplu ulaşım ve buna benzer görevleri olduğunu düşünenler olabilir; ama hastaneyi sen de kurabilirsin, yolu da sen yapabilirsin, alt yapı hizmetini de üstelenebilirsin ve toplu ulaşımı da sen sağlayabilirsin. Tüm bunları özel şirketler yapabilir. Onlar devralana kadar devletler bunları üstlenebilir pek tabii ki. Ama özel sektörün birçok alanda faaliyet gösterdiği bu çağda devletler bir de senin sağlığından ve seni oraya buraya ulaştırmaktan mı sorumlu olsun? Öte yandan, adaleti ve güvenliği ise sen sağlayamazsın! Robot değilsen elbette... Onu sağlayacak olan tek tüzel varlık ise devletlerdir! Aslında onlar da görevlerini robotlara devretse iyi olur, böylece hem adalet kişiye göre esnemekten kurtulur hem de herkes belki de daha bir güven ve barış içinde yaşar.


Dolayısıyla, devletlerin ana görevi güvenliğin dışında asıl adaleti sağlamaktır, yani düzendir. Şayet adalet içinde yaşamak istiyorsan; kanunlara uymak, vatanını sevmek ve devleti yaşatmak senin ve benim görevim! Sen veya ben; devletler için kimiz ki, onlar bizi yaşatsın? Onları biz yarattık, ama bu, biz yarattığımız için bize hizmet edecekler demek olmuyor!


Orman ve Aslan örneği

İnsanlar kendilerini dev aynasında görmektedir; öyle ki devletlerin bile kendilerine hizmet ettiğini sanacak kadar kibir sahibidirler. O zaman Amazon veya Serengeti ormanlarındaki “Aslanlar” da çıksınlar ve desinler ki: “Ormanın görevi bizi yaşatmaktır”. Hadi oradan demez mi “Orman”? Sen kimsin ki, aslan efendi? Ormanların kralısın anladık da kralsan gerçekten, o zaman sen o ormanın yöneticisisin demektir; o halde sen hizmet et ormana! Ne duruyorsun? Bir nevi kral olarak devlet değil misin sende insanların gözünde? Orman neden sana, yani krala hizmet etsin? Yaşamak istiyorsan git çalış; avının peşine düş, onu kovala, yakala ve ye! Yoksa, aç kalıp ölürsün. Orman ne yapsın seni? Başka aslan mı yok o ormanda? Çok da kıymetli görme kendini!


İşte hayat da böyledir. İnsan hep kendi zihnine sunduğu yanılsamalar içinde hayatını sürdürür. Devletlerin kendisine hizmet etmesini bekler insan, ama aslanın, ormanın kendisine hizmet etme konusundaki isteğini ise saçma bulur. Oysa aynı şeydir! İşte insan olarak bizim aklımız buraya kadardır. İşte tam da bu nokta aslanın insana güleceği, yani bizim aklımızın onların aklından geriye düştüğü yerdir.


Aslında ormanların kralı dediğimiz o aslan ormana, bir diğer ifadeyle doğaya, yani düzene hizmet ediyordur; tıpkı insanların kendi kurdukları devletlere, yani düzene hizmet etmek zorunda oldukları gibi!


Kendimizi hayvanlardan üstün gören bizler zihnimizin bize kurduğu tuzaklara düşüp, yanılgılar içinde hayatımızı sürdürürken hayvanlar ise bir gerçeği yaşamaktadırlar. Hayvanlara akılsız deriz, ama onlar ne yaptığını bilir. Biz o aslanı ormanın kralı görüp, masalsı bir dünya sunarız zihnimize; ama aslan ormanın ona hizmet için orada olmadığını anlayacak ve kral olmadığını kavrayacak kadar haddini bilen bir yapıya sahiptir. Ruha da hasta deriz, ama o da bir tek korkuyu arzulaması gerektiğini bilir. Hasta olan ise sadece bizim zihnimizdir. Ben eğer hayvanlardan daha üstün bir akla sahip olsaydım, ben ve benim gibilerin devletlerin insana hizmet etmeleri gerektiğini onaylayan zihni; ormanın aslana, file ya da gorile hizmet etme fikrini de onaylardı!


Buraya kadar aslanla ilgili birçok şey söyledim, ama biri de şu ana kadar çıkıp, “Aslan ormanın kralıdır; neden Aslan ormana hizmet etmiyor”, diye sormamıştır sanırım. Biraz yukarılardaki sorumu görüp soran olduysa kendine, o başka tabii! Başka bir deyişle, ne ormanın aslana hizmet etme fikrini onaylarız ne de ormanların kralı olduğu için aslanın ormana hizmet etmek zorunda olduğunu düşünürüz. İkisi de zihnimize saçma gelir; oysaki zihnimizde yarattığımız düşüncelere göre bunların ikisi de gerçek olmalıdır, ama ikisini de yok sayarken hiçbir şey yapmadan kendi kurduğumuz devletlerin ise bize hizmet etmesini bekleriz. Şimdi burada biri de çıkıp “vergi ödüyoruz ama”, diyebilir. Ormanda yaşayan hayvanlar da daha değerli bir şey ödüyorlar ormana, yani canlarını ödüyorlar; son nefeslerini o orman için, yani düzen için, başka bir deyişle doğa için veriyorlar! Yaşamak, hatta yaşatmak için ölüyorlar ve düzeni koruyorlar. Bizim verdiğimiz vergi mi daha önemli, yoksa onların verdiği can mı daha önemli?


Her şeyimiz menfaattir bizim! Vergimize kafamızı takarız, ama canını veren hayvanları ise önemsemeyiz. Biz zihnimizde yarattığımız düşüncelerin tutsağıyız aslında, ağzımızdan çıkanı kulağımız duymadığı gibi bir düşüncemiz de diğerini doğrulamıyor. Dolayısıyla, zihnimiz varken dört duvar arasındaki hapishanelere ne gerek var ki?


Şimdi de ormandan çıkıp şehre inelim.

Öte yandan, ormandan çıkıp şehre indiğimizde göreceğimiz manzarada devletlerin güvenlik ve adalet dışında insanlara hizmet etmesini beklemek, bir nevi içinde doğduğun ailenin ömür boyu sana hizmet etmesini ummak ya da çalıştığın şirketin sana iyi bir iş ortamı yaratmasını sabırsızlıkla beklemek gibi bir şeydir. Tüm bu şeyler, aslında hayata geldiğimizde “bize iyi bir hayat sunulması gerek”, demeye de benzerdir. Oysaki ailenin sana bakma gibi bir görevi yoktur. Çalıştığın iş yerinin sana iyi bir iş ortamı sağlamak gibi bir misyonu da yoktur. İşte tüm bu olanlar; zihne sunulan çarpık düşünceler, zihinde yaratılan yanılsamalar ve o zihnin ruha olan itaatsizliği sonucu insanların sahip olduğu saçma beklentiler, boş umutlar, egoistçe ihtiraslar ve bağlılıklardan kaynaklanmaktadır. İnsanları mutsuz eden de zaten işte budur! O hapishanenin kilidini açacak tek anahtar vardır. O da her şeye korku penceresinden bakmak ve onu arzulamaktır!


Ailenin ve iş yerinin senden bir menfaati varsa senin için bir şeyler yaparlar. Senin mutluluğunu görmek bile bir menfaattir aslında. Kendilerini severler. Sözlerim acımasız ve duygusuz gibi görünse de gerçek budur! Kimse kendini kandırmasın! Korku (korkuyu arzulamak), duygusallığı ortadan kaldırır, çünkü tutkuların en saf halidir ve zihinde çarpıklık yaratmaz. Çoğumuz kendi süper zekamızla ve kibrimizle ailenin ve şirketlerin bunu görev icabı yaptıklarını sanırız. İşte bizim aklımız da oraya kadardır.


İş yeri bize uygun çalışma ortamını sağlamazsa bizden verim alamaz. Bunun için onu yapar. Sen ise onun seni düşündüğünü sanıyorsundur. Hayır, korktuğu için yapar. Neden korkar? Senden verim alamamaktan korkar elbette! Aile, seni kaybetmekten korkar ve sana destek olmazsa kendi üzülür; yalnız kalır, mutluluğunu göremez, belki gurur duyamaz, kim bilir belki de saygısız ve sevgisiz kalacağını da düşünür, pişmanlıklara savrulur ve vicdan azabına doğru yol alır. Bunlarla sınırlı olmayan daha birçok şeyden korktukları için sana destek olurlar. Korktukları kendi vicdanlarıdır; öyle ki vicdan da bir nevi ruhun korku alanıdır.


Doğa incelemeleri yönünden konuya bakış

Sen Dünya’ya geldiğinde hayat, yani doğa da sana nefes alacağın bir atmosfer ve yaşamını sürdürecek besinler sağlar. Bir düzendir sadece sana sağladığı doğanın. Ama bunu kendi doğasını, yani düzenini korumak için yapar. Doğanın kendi kanunları vardır. Doğa bile düzenin bozulmasından korkar. Aslan bunun farkındadır, ama insanlar ise bu farkındalıktan çok uzaktır! Nitekim, insan doğaya ihanet ederse önce salgın hastalıklar salar doğa insanın başına sonra bir de İspanyol gribini yollar, daha da akıllanmazsa insan COVID-19’u gönderir. Halen hayvanlardan daha akıllı ve süper zeka olan bizler konuyu anlamazsak da iklim kriziyle ve kuraklıkla insanlığı yok eder!


Ne olursa olsun; ister deprem ister tsunami ister salgın isterse de iklim krizi, hepsi doğayı korumak için olmaktadır. Doğa’nın nimetlerinden faydalanmayı bildiğimiz gibi felaketlerini de kucaklamalıyız; tıpkı karlarımızı kucaklarken zararlarımızı da kucaklamak zorunda olduğumuz gibi, tıpkı doğduğumuz ama ölmemiz de gerekeceği gibi! Yok olmamız gerekiyorsa bir an önce yok olmalıyız. Biz doğadan kıymetli değiliz. Biz ve kibrimiz yok olmalıyız ki, doğa yaşasın! Yok, halen yaşamak arzusunda olan varsa da insanların duygusallıktan arındığı, korku ekseninde zihnin ruha itaat ettiği, herkesin haddini bildiği, kibirden arındığı, IN TIME filmindeki gibi bileklere saatin takıldığı, adaletin esnek olmadığı, hak edenin yaşadığı, hak etmeyenin ise bu gezegeni terk ettiği ve zamanın en kıymetli varlığımız olduğunun zihnen farkında olduğumuz bir düzene geçiş şarttır!


Anlattığım düzende IN TIME filmindeki ölümsüzlük yok diyenler için söyleyeceklerim

Bu arada anlattıklarıma bakıp hayalimdeki düzende IN TIME filmindeki gibi ölümsüzlüğün olmadığını söyleyenler var ise onlara notum da şudur: Ruhsal ve bedensel ölümsüzlük ayrı kavramlardır. Bedenen ölümsüzlük Dünya’da mümkün olmayabilir, ama ruhsal ölümsüzlük vardır. Kendini bulan insanın düşünceleri ölmeyecektir; zihne ekilen fikirler eğer iyiyse ölmez! Herkes o fikirleri benimser, düşüncelerini değiştirir ve sanıları da kanı yaparlar! İnsanlar sadece bedenini düşündüğü müddetçe bu gezegende ölümsüzlüğü tıpkı “Gılgamış” gibi bulamayacaklardır. Bulsalar da gün gelir ölmek isterler zaten, çünkü insanlar değer bilmeyen, her şeyden, hatta kendilerinden bile çabuk sıkılan varlıklardır. Ancak, ruhlarını düşündükleri ve kendilerini bulma peşinde koştukları sürece kendi içlerinde tıpkı Gılgamış’ın ormanda rastladığı gibi bir “Enkidu” bulmaları kuvvetle olasıdır ve bulacaklardır da! İşte böylece aradıkları diğer yarılarına, yani kendilerine kavuşacaklar ve o zaman da ruhları sonsuza kadar ölümsüz olacaktır!


Vakit ayırıp okuduğunuz için teşekkür ederim.


Saygılarımla.

Okan Özel



Not: "Korku Felsefesi" kitabımı almak isteyenler resimlerden herhangi birine tıklayarak D&R, Idefix, Rakuten Kobo ve Google Play Kitaplar'daki satış sayfalarına ulaşabilir.


Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page